Ayakkabı

Bir akşamüstü. Arşivdeyim. Pencerenin pervazına düşen ışık, resmi bir tonla sarı dosyaların üstüne vuruyor. Toz havada ağır ağır dolaşıyor; sanki yıllardır kimsenin dokunmadığı anıları uyandırıyor. Çekmecelerden birini açtım. İçinden sararmış belgeler çıktı. Üstlerinde imzalar, kaşeler, aceleyle yazılmış isimler.

Bir dosyanın kenarı hafifçe kıvrılmış. Aldım. İçinden bir disiplin kararı düştü. Kalın puntolarla yazılmış tek kelime gözüme ilişti:

HIRSIZLIK.

O kelime, bir çocuğun üzerine yapışmış bir leke gibiydi. Kim bilir kaç göz o evrakı okumuş, kaç kişi şöyle demişti:

“Yazık… Hem de okulun öğrencisi.”

Altında uzun bir tutanak vardı:

Yeraltı çarşısındaki bir ayakkabıcı, vitrinin önünde uzun zaman duran çocuğa ister istemez dikkat kesilmiş. Hadi şüphelendi diyelim… Normal değilmiş çocuğun hâli. Çocuk vitrindeki ayakkabıya bakmış. Uzun uzun. Belki “Keşke.” dedi içinden. Belki “Bir gün.”

Sonra dükkâna girip gözüne kestirdiği o ayakkabıyı kolunun altına sıkıştırmış ve kapıdan fırlamış. Kafasında bir bahane kesin hazırlamıştı:
“Paramı unuttum… Babam gelecekti…”
Şeytana uymuş işte. Uzatmanın ne anlamı var?

Esnaf onun arkasından yürümüş. Çocuk koşmaya başlayınca ayakkabıcı da koşmuş. Çarşının duvarlarında yankılanan ayak sesleri… Sonra bağırmış:

“Hey! Dur bakalım!”

Yakalamışlar. Çocuğun nefesi kesilmiş. Belki ağlamış, belki susmuş. İnsan yakalanınca çoğu zaman susar. Suçtan değil, utançtan.

Üstünde okul üniforması…
Sonrası bildik: zabıt, okul, ifadeler…
Belgelerin dili, daima insandan daha sert olur.


Geçen pazartesi okulun dış kapısından bir adam girdi bahçeye. Adımları dalgın, gözleri buğulu. Okul binasına girerken tuttuğu kapı kolunu tereddütle itti. Sanki içeri değil de geçmişe, eski bir hatıraya, başka bir zamana giriyordu. Ceketi düzgündü, yakası ütülü. Saçlarına düşen beyazlar ona yaş değil; hikâye katmıştı. Görüyordum: Bir hikâyenin satırları gibi yavaş yavaş geçiyordu zaman.

Adam, müdür beyin odasına girdiğinde sessizdi. Biz de sessizdik.

Bir süre gözlerini yerlerde, duvarlarda, hatıralarda gezdirdikten sonra toparlanıp bize döndü:

“Ben bu okulda okudum,” dedi. “Ama pek iyi bir öğrenci değildim. Güzel günlerim de oldu, kötü günlerim de. Az yememişimdir idarecilerin dayağını.”

Müstehzi güldü. O gülüşün altında yıllar saklıydı. Sanki yüzünde yeni bir tokat patlıyor, parmak izi hâlâ yanıyordu. Ellerinde cetvel yangınları… sıraların demirlerinde tutunuş.

Sonrası bir anda karıştı. Anılar çığ oldu. Belki Moğollar gibi akıyordu hatıralar. Belki “Uzun Bacaklı” hâlâ bir yerlerden bakıyordu.

Çaylar geldi. Sıcak, buharı üstünde, tam kararında.

Biz onun yamacına oturduk. Kelimeleri seçerek, sanki konuşmak değil anı yoklamak ister gibi devam etti:

“Hocam… bu okulda hâlâ ayakkabısı olmayan çocuklar var mı?”

Var.

“Söyleyin o zaman,” dedi.
“Kaç kişi varsa hepsine ayakkabı alacağım. Hem bir defa değil… her yıl.
Bir çocuk kış günü sokakta üşümesin.”

O anda odada bir sessizlik dolandı. Sessizlik bazen sözden daha kalındır.

Benim aklıma arşivde gördüğüm dosya geldi. Tek kelime: HIRSIZLIK.
Gözüm adamda. Adam susuyor. Ama o sessizlik konuşuyor.

Başını eğdi. Gülümsedi. O gülümseme; suçun değil, sebebin hatırlandığı gülümsemeydi.

Ben sordum:

“Niçin?”

Cevap vermeden önce pencereden dışarı baktı. Bahçede koşan çocuklar… Kimi top oynuyor, kimi kantin simidini bölüşüyor. Kimi yeni ayakkabısıyla koşuyor… kimisinin ayakkabısı ise eski, ezik… görülmeye utanılır.

Sonunda konuştu:

“Üşüyordum hocam…
Ev soğuktu. Sokak soğuktu. Ayaklarım üşüyordu. Param yoktu. Kimsem yoktu. O ayakkabıya… ihtiyacım vardı.”

Sonra sustu.

Bir çay daha geldi. Çayı içerken, sanki her yudumda kendi çocukluğunu içiyordu: soğuk sokakları, çamurlu yolları, yarım ekmek peynir günlerini.

Bir ara fısıldadı:

“Beni suçladınız… Haklıydınız.
Ama keşke o gün…
bir kişi, yalnızca bir kişi…
‘Niçin?’ deseydi.”

O an, odadaki sessizlik artık bir boşluk değildi; yüzüme inen bir tokat gibiydi. Yıllardır o dosyanın tozlu yüzeyini okumuş, o kalın puntolu HIRSIZLIK kelimesini bir gerçeklik olarak kabul etmiştim. Ben de suçlamıştım. Ben de o belgeyi haklı görmüştüm. Oysa şimdi, o kelimenin ardındaki küçücük, titreyen çocuğu görüyordum. Benden önceki idareciler, benden önceki gözler… Hiçbirimiz o basit, insani soruyu sormamıştık.

Başım ağırlaştı. Gözlerimi yerdeki karolara sabitledim. Hukuk, kurallar, tutanaklar… Hepsi soğuk ve griydi. Ama vicdan, o eski ayakkabının renginde, çamurlu ve sıcaktı. Yıllardır koruduğum arşiv odası, birdenbire benim suç ortaklığı yaptığım bir mahzene dönüştü. Ben de o gün, o çocuğa bir çift ayakkabı borçlu kalmıştım.


Akşam arşiv dosyasını yerine koyarken yine o tek kelimeye baktım:

HIRSIZLIK.

Belki doğruydu.
Belki belgeler haklıydı.

Ama belgeler hiçbir zaman şunu yazmıyordu:

Bazı çocuklar kötü değildir.
Sadece üşürler.

Bugün biliyorum:
O çocuk artık ayakkabı çalmıyor.

Ayakkabı veriyor.


Bazen düşünüyorum…

Belki bir çocuğun kaderi, bir çift ayakkabının yanına ilişmiş ince bir umutla değişir.
Bir insan, bir gün üşüdüğü yerden iyilik olarak geri döner.

Kuşlar, gökyüzünde dalgaların üstüne konamaz belki…

Ama insan, kalbinde eski yaraların üstüne merhamet koyabiliyor.

Ve dünya bazen bundan ibaret sanıyorum:

Birisi bir yerlerde hâlâ üşüyor;
Birisi bir yerlerde hâlâ ayakkabı alıyor.

Ve iyi ki—

Bazı insanlar,
cezalandırıldıkları yerden değil,
anlaşıldıkları yerden filizleniyor.

Bir Cevap Yazın