Böyle İşte
Evin kapısını çarpıp çıkar gibi indi otobüsten. Fark ettim. O ne kadar fark edilmek istemediyse de bir kahır boşalıyordu caddelere.
Ne önüne baktı ne ardına.
Saçlarının neredeyse tamamı beyazdı. Belki uzun bir süre kırçıl kalmış, kırçıllık bir lakabı bile olmuştur.
Kim bilir?
Kirli sakallı, seyrek bıyıklı, alnı kırış kırıştı.
Bir su birikintisine bastı.
Fındık kadar taşa takıldı.
Rüzgarla bir yaprak suratında patladı, umursamadı.
Üzerine gelen kalabalıktan korkar gibiydi. Kenara çekildi. Pek hoş bakmadı elinde sigara tüttüren yeni yetmelere. Açık saçık kızların yanından geçerken daha bir sığındı montunun dik yakalarına. Elleri terliyordu. Ensesinde bir yangın.
Yangın evine götürdü adamı. Çocukları da bir âlemdi. Büyük oğlan kendi dünyasındaydı ancak gezip tozsa kazandığını iki günde yiyip bitirse. Ne eve bir kuruş katkısı vardı ne hâlden anlıyordu. Lisedeki iki numara belki okuyacaktı ama o da anasının gözlerinden bakıyordu dünyaya. Sadece dünyaya mı? Babasına da. Kızın esamesi okunmuyordu daha. Çok küçüktü. Karısı? Sus sus ona bahsi hiç açma.
Adamımıza Ahmet diyelim de belirsizliği ortadan kaldıralım.
Ahmet’in burnunda bir sızı.
Geçmiş.
Yaşlanıyor muydu acaba? Hani yaşlılar hep geçmiş özlemi duyar, o güzel günler diye başlayan cümleler kurardı ya. Gerçekten geçmiş güzel miydi? Güzeldi diye geçirdi içinden. Baksanıza dedi kadınlar eskiden daha edepli daha vakur idi. Akşam otobüsüne kalmamak için koştururlardı, sokakları doldurmazlar, mecbur kalmadıkça evlerinden başlarını çıkartmazlardı. Şimdi AVM’ler, Çarşı pazarlar kadın dolu. Karısı başta olmak üzere hemen hepsinin elinde cep telefonları o alışveriş sitesinde indirim var, bu sitede kargo bedava…
Geçmiş güzel olsa da yeniden kaçış yoktu. İşte takvim şimdi mekân burası idi.
Ahmet meydanın ortasında.
Kollarını ırmağın demir korunaklarına dayamış bakıyor. Ne güneşi ne ormanı umursuyor Ahmet. Bakışları bir çöpün üstünde. Bir çöpe bakıyor suyun üstünde salınarak giden. Ahmet’in düşünceleri çöple uzak diyarlara gidiyor. Gittikçe daha derine gidiyor düşünceleri. Kimsesiz dağlar, tenha yollar, kredi kartı ekstreleri, taksitler…
P altosunun etekleri savruluyor rüzgarla. Saçlarında ikindi esintisi. Seneler olmuş sigarayı bırakalı. Gayriihtiyari göğüs cebini yokluyor. Parmaklarının arasını da. Daralan göğsünü bulutlara doğru bir dumanla savurmak ne iyi olurdu.
Çatlak dudaklarının arasından la havle vela kuvvete illa billah süzülüyor. Irmak boyu yürüyor Ahmet. Tenha muhitlere, ıssız mekanlara yürüyor.
Kapıyı çarpıp çıkmadı evden. Aksine en sessiz, en tıkırtısız bir şekilde çıktı. Karısının ardından nasıl baktığını, nasıl bakacağını adı gibi biliyordu. Karısı, kısılan gözlerinin burnunda oluşturduğu çizgilerle bakardı arkasından. İçinden geçen onca kelimeden bazen “pısırık”, bazen “beceriksiz” duyulurdu. Gözlerinin öfkesi, telefonla oynamaya devam eden parmaklarının duyarsızlığı, evin dört bir yanını dolaşan derin pişmanlıkların ayak sesleri, acı lokma olup boğaza dizilen susuşlar…
Irmak boyu yürüdü Ahmet.
Ağzının tadının bozukluğu yüreğinin kırıklığına eşlik ediyordu. Kimsenin yüzüne bakmıyordu. Kimseyi tanıyor olmak istemedi. Kimseye meram anlatacak hali yoktu.
Yüreği kırıktı ve cam parçaları ayaklarını kanatıyordu. Evden beri kulaklarında çınlayan sözler yüreğinde yangındı.
Demek buraya kadarmış dedi.
Zorlamanın gereği yok.
Hem kaçıncı olacak bu. Yok olacak değil yıkılacak. Yok artık.
Bir ağacın önünde durdu.
Baktım, sıradan bir ağaç, ladin, çok yüksek değil, 6-7 yaşında. Alelade bir ağaç işte.
Ezber yapan hafız gibi kıpırdadı dudakları. Çatlak dudakları durmadan hareket ediyordu. Ne diyordu, ne söylüyordu, duyulmuyordu.
Ağaç duyuyor muydu acaba?
Ağaçtaki saksağan?
Yaklaşamadım, meraktan çatlasam da adamın zorlukla inşa ettiği yalnızlık dünyasına uzak durdum. Vaziyet bunu gerektiriyordu.
Yalnız bir sırra şahit oldum.
Bir damla gözyaşı, sadece bir damla gözyaşı dev bir gürültüyle düştü yere. Ağaç duydu, ben duydum, saksağan duydu. O kadar.
Niyetim sırra şahit olmak değildi.
Adamı da anlatmayı murat etmedim aslında. Gölgesinden dahi hüzün dökülen bir adama rastlamıştım. Otobüs durağındaydım. Gördüm kahroluyordu. Bir çıkmazdaydı. Önemli kararlar alacak olmanın tereddüdü vardı yüreğinde. Göz ucuyla takip ettim. Gittiği yol benim de güzergahımdı. Savruk adımları ağaçtan mı, gözyaşından sonra mı bilmem, değişti. Belliydi, bir karara varmıştı. Elleri rahatlamıştı. Saçları da. Irmağa arkasını vererek geri dönmüştü. Bana doğru geliyordu. Gittikçe yaklaşıyordu. İşte biraz sonra yanından geçip gidecekti. Başı yerde fakat adımları kararlıydı. Yan yana gelmiştik, nefesini duyabiliyordum. Sanki içinden geçenleri de duyabiliyordum. Kalabalığa doğru yürüyordu. Dünyaya.
Akşamın elleri ormanı yokladı.
Sokak lambaları sarı ışıkları ile görünüyordu artık.
Milattan sonra nisandan önce idi.
Adam döndü.
Ben de.
Sevdim Ahmet’i. Niçin diye sormayın sevdim işte.
Herkesin mesut insanlar fotoğrafhanesinden çıkmış mutlu insan rolü yaptığı bir vakitte hüznünü dünyaya ilan etmesini sevdim belki.
Ne bileyim, böyle işte.

