Kayıp Coğrafyalar
Bir kitabı okurken bazen yazarın değil, kendi kaybolmuş yönlerimizin izini süreriz.
Taha Kılınç’ın Kayıp Coğrafyanın İzinde adlı seyahatnamesi bana tam da bunu yaptı: haritaların sessiz ve ıssız çizgilerini, bir zamanlar medeniyetlerle nefes almış şehirlerin unutuşla kararmış yüzlerini hatırlattı. Doğu Türkistan, bir mekândan çok bir hafıza gibi girdi zihnime. Kılınç, sanki geçmişin sesini bugünün gürültüsü arasından çekip çıkarıyor; ben ise o sesi kendi içimde arıyorum.
Üstat şöyle diyor:
“Bir şehir unutulduğunda, orada yaşayanlar da unutulur. Unutuş, coğrafyadan önce insanda başlar.”
Bu cümle, yalnızca Kaşgar’ın taş sokakları için değil, içimizdeki sessiz yıkımlar için de geçerli. Biz bazen kendi şehirlerimizi, kendi dilimizi, kendi geçmişimizi unuturken; başka bir yerde, mesela Doğu Türkistan’da milyonlarca insan da aynı unutuşun daha acımasız bir biçimini yaşıyor.
Kılınç’ın seyahat notlarında, Kaşgar’ın, Hoten’in, Turfan’ın sokaklarında dolaşan bir yalnızlık ve gariplik seziliyor. Sistemin dayattığı bir yapayalnızlık. Her kapı ardında bir kayıp, her yüzün ardında susturulmuş bir hikâye, her gözde koyu sessizlik.
“Kaşgar’da bir gençle konuşmaya kalktığınızda, gözleri hemen çevreyi tarıyor. Kimin duyacağını bilemezsiniz.”
Kılınç’ın bu satırı, bir coğrafyadan çok bir sessizlik tarifi. Çünkü Doğu Türkistan bugün bir ülke değil, bir suskunluk diyarı hâline gelmiştir. Çin yönetimi, sadece insanları değil, dili, inancı, hatırayı da tutuklamıştır. Kılınç’ın anlattığı o basit sahneler —bir kadının dua etmeden önce etrafına bakınması, bir çocuğun “bunu yüksek sesle söylemeyelim” demesi— aslında dev bir baskının küçük yansımalarıdır.
Kitabı okurken kendime şunu sordum:
Biz, dışarıda olup biten bu sessiz çığlığı neden duymakta zorlanıyoruz?
Belki de içimizdeki sessizlik o kadar büyüdü ki, başka bir halkın feryadı artık yankılanmıyor içimizde.
İşte o yüzden Kılınç’ın metni, yalnızca bir seyahatname değil, vicdan çağrısı gibi duruyor.
Yolculuk ettiği yerlerin taşlarını, camilerini, pazarlarını anlatırken, aslında insanlığın kırılgan hafızasını yazıyor. Ezanı yazıyor, başörtüsünü, cemaatle namazı, kilitli camileri, kameraları, nefesi dahi kontrol altında tutmayı, yalnızlığı, çaresizliği…
Şunu nasıl görmezden gelebiliriz:
“Uygurca kelimelerin üstüne Çin tabelaları asılmıştı. Her harf, başka bir dilden alınmış sus payıydı sanki.”
Bu cümle, Doğu Türkistan’ın bugünkü halini özetliyor: dil, kimlik ve inanç üzerinden susturulan bir halk.
Ve bu susturuluşun gölgesinde gezen her gezgin, ister istemez kendi içindeki kaybı da fark ediyor.
Ben bu satırları okurken kendi mekânımı, kendi şehrimin değişen dilini, kaybolan kelimelerimi düşündüm.
Unutuşun haritası, yalnızca Asya’da değil, her insanın içindedir.
Kılınç’ın dili bu anlamda ağırbaşlı ve gösterişsizdir.
O, bağırmıyor; fısıldıyor.
Çünkü biliyor ki, bir milletin acısını anlatmanın en doğru yolu sessizliğin içinden geçmektir.
Ben o sessizlikte bir dua duydum.
Yıkılmış medreselerin taşlarında, kapatılmış camilerin avlusunda, hâlâ ayakta kalmaya çalışan bir inancın, bir halkın duasıydı bu.
Ve o dua bana kadar geldi; Erciyes’in yamacına vuran özgür bir rüzgâr gibi.
Kitabın bir yerinde yazar şöyle diyor Üstat:
“Yola çıkmak, unuttuğunu hatırlamaya razı olmaktır.”
Bu razılık, Doğu Türkistan halkının razılığı değil; dünyanın razılığıdır artık. Çünkü bizler unutarak razı olduk. Unutmayı konfor saydık.
Oysa hatırlamak da bir ibadettir; uzak bir halkın acısını bilmek, kendi insanlığını unutmamaktır.
Ben Kayıp Coğrafyanın İzinde’yi bir “seyahat” olarak değil, bir geri dönüş olarak okudum.
Kayıp şehirler, kayıp diller, kayıp dualar…
Tüm bu kayıplar arasında insan, kendi kaybolmuş tarafıyla da yüzleşiyor.
Kılınç’ın anlattığı o uzak şehirlerde, aslında kendi içimizin aynası duruyor.
Ve sonunda şu cümle içimde yankılandı:
“Bir yanda içimizdeki unutuş, öte yanda dünyanın unuttuğu bir halk. Asıl kayıp coğrafya belki de bu ikisinin arasındadır.”
Bu kitabı bitirdiğimde akşam ezanı Erciyes’e doğru yükseliyordu. Erciyes’e baktım. Altını çizdiğim şu satıra döndüm tekrar:
“Dağ, hakikaten bir şehre kimlik ve heybet kazandırıyor.”
Erciyessiz bir Kayseri nasıl düşünebilirdim? Mezarlıksız, tarihi esersiz bir şehir?.. Hafıza nasıl mekandan soyutlanır?
Farkındayım konu dağılıyor lakin kitabı özümsemek, içselleştirmek ve yaşadığım yer ile satırlardaki mekân arasında bağ kurmam gerekiyor. Bunu yapmazsam “kayıp coğrafya” ifadesine bile yaban kalabilirim.
Haritalar kanla çiziliyor.
Doğu Türkistan da haritanın kan gölü kısmı!..

